Adam yürüdü ve kurumuş gözleriyle gökyüzüne baktı. Bu son bakışın gerisinde ne gibi düşünceler vardı, hangi hisler beslemişti onları bilemiyorum. Belki de en son baktığı şey ilk özleyeceği şey olacaktı. Gökyüzü gözlerin içinde, gözler gökyüzünde ve adam yerde…
Kana bulanmış bir çift göz, toprak gözlerin içinde.
Kaç saniye ya da kaç salise sürer ki bir yerden düşmek? Yere çakıldığında duyduğun acı ile hiçbir şey duyamaman arasında neler yaşanır? Pişmanlık olduğunu söylerler hep kendini ölüme bırakanların en son duyduğu mutlak duygunun, ben yapsaydım pişman olurdum demektir belki de bu söylenen. Bunları çok düşünen ben, sizlere havale ediyorum.
Gitmeliydim, görmeliydim gökyüzünden düşen bakışları. Ayaklarım durdu, beynim gitti; ben durdum, ayaklarım durdu. Beni o adamın yanına götüren o büyülü süreci ne kendime açıklayabilirim ne de sizlere.
Toprağa dikilmiş bir çift göz, bir beyin, bir kalp; hepsi toprak. Öylece durdum baktım. Saniyeler, dakikalar, saatler akıp gitti; aynı yerden aynı şeye defalarca baktım. Ölümü hissettim yakınlarımda; ama göremedim. Gördüğüm ölümün kendisi değil, ölümün aldığı bir hayattı. Yaklaştım, elimi uzattım dokunabilmek için, bir cesetten beklenmeyecek bir çeviklikle elimi tuttu ve kirli yüzünü çevirerek bana baktı. Hayır, hayır adamın bana baktığını düşledim ya da uydurdum bilmiyorum; gerçek neydi siz de bilmeyin. Adam “ölümü görmeye geldin değil mi” dedi. Hani doğarken görüp de unuttuğumuz şey mi diyecektim; sustum. Sonra beni irkilten şu sözler çıktı ağzından; “gözlerimi çıkar”, tekrar daha kuvvetli bir ses tonuyla; “çok acıyor, çıkar onları.” Tam da böyle mi söylemişti emin değilim. Sustum ve korktum, ben sustukça gözler büyüdü, yatağını bulmaya çalışan su gibi kan yürüdü bana doğru, kaçmak istedim, kaçamamışım çok sonra anladım.
Avuçlarımda kötü kokulu bir ıslaklıkla uyandım, kalabalık bir şehrin ortasında. Biraz yağmurdan, biraz terden bir ıslaklık üzerimde, bir çift göz gözlerimde; eskilerin melankolik yalnızlıklarının yerine sıradan bir yalnızlık getiren şehir kalabalığının içinde, akıntı beni evime kadar sürükledi. Her şeyi daha berrak gördüğümü kapıdan girince anladım. Merdivenlerdeki toz lekelerini, kapı numaralarını... Eve girer girmez kendimi banyoya attım. Sıcak su vücudumun ağırlığını alıp götürürken, yüreğimdeki huzursuzluk daha da arttı. Koltuğuma oturdum ve televizyonu açtım, "… da patlama, 17’ si çocuk 85 ölü." Televizyon ekranlarında gözlerime düşen ama yüreğimi ıskalayan ilk görüntüler bunlar oldu; alışmıştım, umursamadım. İçimde bir yerlerin sızladığı dönemler çoktan geride kalmıştı. Başka bir kanalda benzer bir haber; bilmem kaç ölü, kaç yaralı, çocuklar, kadınlar ve gökyüzüne bomboş bakan gözler. İsimleri bile yok, hepsi birer sayıyla eşlenmiş. Beklemediğim bir şey oldu bunları izlerken; gözlerimde şiddetli bir kaşıntı başladı, yerimde duramıyordum bir şeyler yapmalıydım. Ellerime kan bulaştığını görünce lavaboya koştum, şaşkındım. Aynada bir çift göz, katılaşmış yüreğimin inadına kanıyordu. Alışmam çok zaman aldı, çok doktor dolaştım; ilaçlar, bitkiler hepsi nafile. Her duyduğumda, her gördüğümde, her düşündüğümde gözlerim kanadı.
Yürüdüm ve kurumuş gözlerimle gökyüzüne baktım. Beni çeken toprağın inadına havalandım, havalanmak istedim, düştüm, çakıldım. Doğmamış çocukları gördüm, onların yaşanmamışlıklarını, anne haykırışlarını ve izlemenin sadece izlemek olmadığını hissettim. Ama anlayamadım.
Sadece hissettim ve öldüm.
Kana bulanmış bir çift göz, toprak gözlerin içinde.
Kaç saniye ya da kaç salise sürer ki bir yerden düşmek? Yere çakıldığında duyduğun acı ile hiçbir şey duyamaman arasında neler yaşanır? Pişmanlık olduğunu söylerler hep kendini ölüme bırakanların en son duyduğu mutlak duygunun, ben yapsaydım pişman olurdum demektir belki de bu söylenen. Bunları çok düşünen ben, sizlere havale ediyorum.
Gitmeliydim, görmeliydim gökyüzünden düşen bakışları. Ayaklarım durdu, beynim gitti; ben durdum, ayaklarım durdu. Beni o adamın yanına götüren o büyülü süreci ne kendime açıklayabilirim ne de sizlere.
Toprağa dikilmiş bir çift göz, bir beyin, bir kalp; hepsi toprak. Öylece durdum baktım. Saniyeler, dakikalar, saatler akıp gitti; aynı yerden aynı şeye defalarca baktım. Ölümü hissettim yakınlarımda; ama göremedim. Gördüğüm ölümün kendisi değil, ölümün aldığı bir hayattı. Yaklaştım, elimi uzattım dokunabilmek için, bir cesetten beklenmeyecek bir çeviklikle elimi tuttu ve kirli yüzünü çevirerek bana baktı. Hayır, hayır adamın bana baktığını düşledim ya da uydurdum bilmiyorum; gerçek neydi siz de bilmeyin. Adam “ölümü görmeye geldin değil mi” dedi. Hani doğarken görüp de unuttuğumuz şey mi diyecektim; sustum. Sonra beni irkilten şu sözler çıktı ağzından; “gözlerimi çıkar”, tekrar daha kuvvetli bir ses tonuyla; “çok acıyor, çıkar onları.” Tam da böyle mi söylemişti emin değilim. Sustum ve korktum, ben sustukça gözler büyüdü, yatağını bulmaya çalışan su gibi kan yürüdü bana doğru, kaçmak istedim, kaçamamışım çok sonra anladım.
Avuçlarımda kötü kokulu bir ıslaklıkla uyandım, kalabalık bir şehrin ortasında. Biraz yağmurdan, biraz terden bir ıslaklık üzerimde, bir çift göz gözlerimde; eskilerin melankolik yalnızlıklarının yerine sıradan bir yalnızlık getiren şehir kalabalığının içinde, akıntı beni evime kadar sürükledi. Her şeyi daha berrak gördüğümü kapıdan girince anladım. Merdivenlerdeki toz lekelerini, kapı numaralarını... Eve girer girmez kendimi banyoya attım. Sıcak su vücudumun ağırlığını alıp götürürken, yüreğimdeki huzursuzluk daha da arttı. Koltuğuma oturdum ve televizyonu açtım, "… da patlama, 17’ si çocuk 85 ölü." Televizyon ekranlarında gözlerime düşen ama yüreğimi ıskalayan ilk görüntüler bunlar oldu; alışmıştım, umursamadım. İçimde bir yerlerin sızladığı dönemler çoktan geride kalmıştı. Başka bir kanalda benzer bir haber; bilmem kaç ölü, kaç yaralı, çocuklar, kadınlar ve gökyüzüne bomboş bakan gözler. İsimleri bile yok, hepsi birer sayıyla eşlenmiş. Beklemediğim bir şey oldu bunları izlerken; gözlerimde şiddetli bir kaşıntı başladı, yerimde duramıyordum bir şeyler yapmalıydım. Ellerime kan bulaştığını görünce lavaboya koştum, şaşkındım. Aynada bir çift göz, katılaşmış yüreğimin inadına kanıyordu. Alışmam çok zaman aldı, çok doktor dolaştım; ilaçlar, bitkiler hepsi nafile. Her duyduğumda, her gördüğümde, her düşündüğümde gözlerim kanadı.
Yürüdüm ve kurumuş gözlerimle gökyüzüne baktım. Beni çeken toprağın inadına havalandım, havalanmak istedim, düştüm, çakıldım. Doğmamış çocukları gördüm, onların yaşanmamışlıklarını, anne haykırışlarını ve izlemenin sadece izlemek olmadığını hissettim. Ama anlayamadım.
Sadece hissettim ve öldüm.