Baştan uyarmak vazifemdir: Bu yazı maddiyatı her şeyin üzerinde tutan, paranın insan hayatında pek çok eksikliği giderebileceği fikri dimağına sabitlenmiş insanlara göre değildir. Bu okurlarımıza sayfamızı ziyaret ettikleri için teşekkürlerimi sunar; köprüden önce son çıkıştan önce konudan ayrılmalarını saygılarımla rica ederim.
Evet kalan okurlarımızla sohbetimize devam edebiliriz. Henüz gelişen bir ilçenin, küçük bir kenar mahallesinde hayata atılan çocuklar olarak, havanın kararmasına aldırmayıp; oyuna kısa bir ara vererek üzerine salça sürülmüş, sıcak ev ekmeğinden almak üzere eve gelen bizler, çocukluğumuzda fazla önem vermezdik paraya. Vermezdik, çünkü biz; en keyifli anlarımızı playstation başında değil de, sokakta yapılan tek kale maçlarda yaşamıştık. Yağmurdan sonra çamura bulanan topumuzu, duvara şutlar çekerek temizleyen çocuklardık çünkü bizler. Yukarı mahallenin çocuklarıyla kallavi bir mücadeleye girip, ele geçirmiştik yandaki yüz metrekarelik arsanın denetimini. Hep burada oynardık -hala tadını bulamadığım- maçlarımızı...
Lakin seneler geçti, para hem en değerli; hem de en değersiz meta oluverdi yaşamlarımızda. Şişede durduğu gibi durmaz misali, durmadı cüzdanlarımızda. Kimi zaman zevkten mest etti, çoğu zaman da dayanılmaz ıstıraplar çektirdi hepimize. Önceleri kumandalı televizyonlar olarak girdi mahallemize, sonraları parlak boyalı bir araba ve sonunda sahibini söktü götürdü mahallesinden, yaşanmışlıklarından. O gün bu gündür de insan her şeyi onda arar oldu. Kimi zaman bol aynalı bir mekanda, 2500 cc güçte bir araçta; dünyayı içine sığdıran telefonlarda... Gittikçe standartlaşan zevkler içinde kaybolup gittik resmen.
Hatırlayın bakalım: Hayatınızdaki en lezzetli köfteyi, ihtişamlı bir mekanda lüks oturma gruplarında mı; yoksa salaş bir stadyum köftecisinde, kırık bir tabure üzerimde mi yediniz? Yılmaz ERDOĞAN'ın bir şiirinde söylediği gibi:
"...belki bu film hiçbir zaman
o kadar fiyakalı olmayacak; ama
hiçbir lahmacun da,
o okul yolundaki üçüncü sınıf lokantadakinin
tadını vermeyecek bir daha.
çok daha iyilerini yedim sonra
bizzat urfa'da hatta
ama hiçbirinde
o kadar aç oturmadım sofraya..."
Belki şık giyimli insanlar vardı oralarda etrafınızda, belki ceketinizi bile aldılar nazikçe içeri adım atarken; fakat hangisinden aldınız mahalle lokantasında yapılan ayaküstü sohbetin tadını? Hangisinden aldınız gerçek dostluğun tadını?
Vaktiyle şöhret olan birinin ders niteliğindeki anısıyla sizleri baş başa bırakıyorum:
"Tatilimizin beşinci günüydü. Hepimiz uzun bir mavi yolculuğun hayalini kuruyorduk. Hemen bir grup arkadaş bir yat kiralamak üzere limanda aldık soluğu. Kısa bir pazarlığın ardından bir yelkenliyi, dalış öğretmeni ve malzemeleriyle birlikte tedarik ederek denize açıldık. Başlarda güzel başlayan yolculuk gittikçe sıkıcılaştı. Geminin lüksü ve konforu düşman çatlatan boyutta olsa da bir şeyler eksikti. Bir süre sonra, minik bir kayığın yanımızdan usulca geçtiğini fark ettim. Kayıkta yaşlı bir amca ve karısı oturuyordu. Adam arada bir denize saldığı ağı kontrol ediyor, tuzağa yakalanan çeşitli türden balıkları bir bir karısının önündeki kovaya atıyordu. Bu arada usulca yanan mangal da hafiften közünü almış, ateş kor kıvamına gelmişti. Balıkları hızlıca ayıklayan kadın ızgaraya dizip, kısmeti mangala koyuyordu. Bir tabure üzerine özensizce hazırlanmış tepside, salata ve yarılanmış otuz beşlik açık duruyordu. Ha bir de usul usul çalan radyodan Müzeyyen SENAR'dan olduğu anlaşılan ezgiler denize dökülmekteydi... Bir gerçek vardı ki: Onlar daha mutluydu işte, biz kendimizi kandırıyorduk sadece. Akşama ulaşan günün sonunda apar topar limana döndük. O geziden sonra mutluluk hakkında çok sık düşünür olmuştum..."
Kıssadan hisse...
Evet sayın okurlar: Hepimizin şu an bir süre düşünüp mutluluğu ve mutluluk kaynaklarımızı sorgulamamızın zamanı sizce de gelmedi mi??